21 Ekim 2013 Pazartesi

Hortus Botanik Bahçesi - Amsterdam


Hollanda deyince akla gelen ilk şeyler; kanallar, laleler, bisiklet gezintileri, müzeler, Van Gogh.... Ama bundan sonra aklınıza bir şey daha gelsin Hortus Botanicus! Bu seneki tatilimizde bir fırsat bulduk, oraları gezdik ve çok beğendik. Amsterdamdaki Hortus Botanicus dünyadaki en eski botanik parklardan bir tanesi. Küçük bir alanda binlerce çeşit bitki barındıran bir harikalar diyarı adeta. Plantage bölgesindeki yerine taşındığı yani kurulduğu diyebileceğimiz tarih 1682. Hesaplamaya üşenenler için söyleyeyim 331 sene önce. İlk kurulduğunda Hollanda’nın ünlü Formal Bahçelerindeki gibi dikdörtgen ya da dairesel şekillerde yapılmış çiçek tarhları ile düzenlense de 19. yüzyılda ağaç sayısı arttırılmış, ağaçların arasında dolaşan patikalar eklenmiş ve parka daha doğal bir atmosfer verilmiş. Açık havada parkında dört adet özel koleksiyon da bulunuyor; şifalı bitkiler, fuşyalar, etobur bitkiler ve bitkilerin genetik yakınlıklarına göre sınıflandırıldığı bir sistematik bahçe de var.


Bu koleksiyonların yanı sıra bahçede bir çok yüzyıllık ağaç bulunuyor. Girişte kocaman bir Turner meşesi var, gezdikçe muhteşem bir kızıl meşe, çok acayip bir mantar ağacı, 350 yıllık bir palmiye ve 200 yıllık bir Türk fındığı ile de karşılaştık. Parkta koruma altındaki türler de bulunuyor.


Çok gösterişsiz olduğu için hiç farkına varmadan yanından geçip gideceğimiz bir çamın demir kafes içinde olduğunu görünce meraklanıyor insan. İsmi Wollemi çamı, yaşayan bir fosil çünkü 1994’de Sidney’e 200 km mesafede bir doğal parkta bir park bekçisi tarafından keşfedilene kadar sadece fosillerden biliniyormuş. Tek doğal yaşam alanı Mavi Dağların arasındaki 2 dar vadi olan tarih öncesi devirden kalma bu endemik tür keşfedildiğinde sadece 60 erişkin bitki kalmış durumdaymış. Ekoloji konusunda hassas Avustralyalılar tabi ki hemen olaya el atmış, tohum, çelik her türlü yöntemle deli gibi ağaçları üretmeye başlamışlar. Bizim başımıza bir şey gelir, bu en nihayetinde dünya mirası diye düşünüp ürettiklerini dünyanın dört bir tarafına da göndermişler. Peheeeyyy! Avustralyalı deyip geçmeyin işte bir kıytırık çamın peşinde adamlar helak oluyor.


 Dışarıdaki bahçeyi dinlene dinlene gezmek gerek çünkü parkta ayrıca inanılmaz seralar da var. Bir palmiye serası var ki içinde hayatımızda gördüğümüz en yaşlı şeyleri gördük; 350 yaşında bir sago palmiyesi vardı. Klasik tarzda çok güzel bir kış bahçesi, kışın dışarıdaki bazı bitkiler de buraya konuyormuş içerisi epeyce kalabalıklaşıyormuş.


Palmiye serasını geçince yanyana çok daha modern görünümlü 3 iklim serası var; subtropik, çöl ve tropik iklimler için farklı sıcaklık, nem ve havalandırma ayarları yapılmış dev cam seralar. Astropikal serasının en keyifli yönlerinden biri aşağıdaki patikaların dışında bir de yüksek gezinti platformu olması. Yukarıda ağaçların dalları arasında çok farklı bir bakış açısıyla gezebiliyorsunuz. Önce subtropik iklimde rahattık, keyifli keyifli gezdik, fotoğraflara poz verdik ama çöl serasına geçince birden afakanlar bastı.


Okluk ağaçlarına bayıldık. Aslında bir sarısabır (aloe) türü ama bildiğimiz ağaç gibiler. Her kafamızı çevirdiğimiz yönde bir sürprizle karşılaştık. Yer gök kaktüs ve sukulent olduğu için de uzun süre oyalandık. Sonunda ay o ne kadar şahane, ay bu ne kadar ilginç, şuna bak ne harika derken resmen beynimiz pişti. Ben artık fenalaşıyorum sanki derken kendimizi bir gayret yan seraya attık ama yağmurdan kaçarken doluya tutulduk orası da tropikal iklim serasıymış, o sıcağın üzerine bir de nem eklendi terden sırılsıklam olduk. Bu üçüncü serayı tam hatırlayamıyorum çünkü tüm konsantrasyonumu nefes alıp verebilmeye ayırmak zorunda kaldım. Bir tek benden büyük yaprakları olan ağaçlar vardı onlar kalmış aklımda.


Parktaki 3 büyük iklim serasının dışında bahçede bir de küçük seralar var. Bir tanesi yine için kaktüs ve sukulent dolu olan Meksika Serası. Bu serada bulunan en ilginç bitki ölmeyen “Welwitschia Mirabilis”. Güney Afrika ismi olan “tweeblaarkanniedood” isminin anlamı bir nevi "ölmez iki yaprak". Bitkinin yuvarlak kısa gövdesinden çıkan iki yaprak sürekli uzuyor; uzuyor uzuyor uçlardan kuruyor, uzuyor uzuyor uçlardan kuruyor... Ölmeyen denmesinin sebebi 2000 yaşına ulaşan bitkiler olması. Pek tabi ki bu da endemik bir tür, sadece Güney Angola ve Nambia’daki Namib Çölü’nde bulunuyor. Çok şükür ki oralara gitmek zorunda kalmadan görmüş olduk. İhtiyacı olan suyu yaprakları vasıtasıyla sabah sisinden yakalıyor. Bana lazım değil sudur, besindir, bir sis vursun sabah yeter diyebilecek kadar kanaatkar olunca 2000 yıl yaşamak mümkün olabiliyor demek ki...


Meksika serasının hemen yanındaki serayı ise kısaca harikalar diyarı olarak adlandırabiliriz. Çünkü çarkıfelek çiçeklerinin arasında süzülen kelebekler o kadar güzel, o kadar narin ki insan kendini masal alemine girmiş gibi hissediyor. Herhangi bir uyarı levhası olmamasına rağmen herkesin o büyülü atmosferi bozmamak için söz birliği etmişcesine fısıltı ile konuşması çok hoştu, belli ki içerideki herkesin bizimle aynı şeyleri hissediyordu. Bir yerde bir kelebek evi tabelası görürseniz asla fırsatı kaçırmayın!


Hortus’un ayrıca büyük bir etçil bitki koleksiyonu var, hem astropikal iklim serasında hem de dışarıda bir çok etçil bitki türü görme şansımız oldu. Fotoğraflar tabi ki de buradakiler kadar değil devamına facebook, google+ ya da flickr hesaplarımızdan bakabilirsiniz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder